🦌 Tasavvufun Ortaya Çıkış Sebepleri Nelerdir
td9D. Tasavvufun Tarihi Gelişim Seyri 2017-12-19 Tasavvuf ilmi, İslam âlimleri içerisinde müstesna bir yer işgal eder. İslamiyet'le birlikte ortaya çıkan her dinî ilim gibi, tasavvuf ilmi de İslamiyet'le birlikte "İslam Tasavvufu" olarak ortaya çıkmış, zamanla dal budak halinde genişleyerek yayılmış ve hepsi öze bağlı kollara ve yollara ayrılmıştır. Maddî ilimlerin insandaki merkezi beyin olduğu halde, tasavvuf ilminin merkezi de kalptir. İslam İlimleri Tarihi'nden anlaşıldığına göre, İslam'ın ilk devirlerinde şeriatın hükümleri yazılı değildi. İlk önceleri ilmî bir şekilde tasnif edilmemiştir. Bu hükümlerin itikat, ibadet ve muamelata beşerî hukuka ait olanları hatırlarda tutuluyor ve ezberleniyordu. Fakat çok geçmeden din işleri ile onlara ait şer'i hükümler, bir ilmî metot dairesinde toplanmış, tedvin işinin başlangıcı üzerine, ilim adamları önce amelî ilimle, yani zahirî hükümlerle ilgili olan şeriat ilmi ile meşgul olmuşlardır. Bu yüzden fakihler fıkıh ile usulü fıkıh hakkında eserler ve risaleler yazmışlar, sonra kelam ilmi ile ilgilenmişler ve onun meselelerine dair eserler telif eylemişler, hülasa Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerif ile bağlı olan ilimlere önem vermişlerdir. Bütün bunların etrafında dönüp dolaşan meseleler, dinin esasları ile şeriatın hükümleri idi. Fakat bu ilmî durumu ele alanlar yalnız fakihler değildiler. Mutasavvıflar da şer'i hükümlerin fıkıh gibi dış yüzü ile değil, iç yüzüne ilgi duyarak aynı şekilde hareket etmişlerdir. Fakihlerin telif ettikleri eserlere, söyledikleri sözlere ve tuttukları mezheplere kendi riyazetlerini, ruhanî hayatlarını, kalbi tezkiye ve ruhu tasfiyeyi, hâsılı dinî bütünleştirmeyi gözeten hallerini tanzim eden bir ilme muhtaç olduklarını anlamışlar, bu yüzden zahitlerin zahitliği, abidlerin ibadeti, fakirlerin fakirliği gibi amelle ilgili esaslara dayanarak İslam'ın Ruhanî Hayatı ilmî mahiyet almışlardır. Bunun sonunda kendine göre metodu, meslek ve meşrebi, mevzuatı ve kaideleri, ıstılahları ve mezhepleri bulunan Tasavvuf İlmi meydana gelmişti. Bu ilmin ehilleri Mutasavvıflardı. Bu yolda söz söyleme onların hakkı idi. Mutasavvıfların tasavvuf ilmini tedvine başlamaları ile İslamî ilimlerin dağılma alanı çok genişlemiş ve ortaya şeriata bağlı iki ana ilim kolu ortaya çıkmıştır. Bunlar Zahir ilimleri Batın ilimleri Her iki ana kol da şeriata dayalı idi. Şer'i ilimlerden zahir ilimleri itikat, ibadet ve muameleden bahsederken, batın ilimleri de murakabe, riyazet, mücahede, hal ve makam gibi esasları içermekteydi. Zahir İlimlerini fakihlerle müftüler yayarken, batın ilimlerini de tasavvuf âlimleri, mürşitler yaymakta idiler. İslam'ın ilk çağlarında fakihler kitaplar yazarak Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları hükümleri bir bir kaydetmişler, tasavvuf âlimleri de yine eserler yazarak yaşadıkları vecdleri ve keşfettikleri hakikatleri bir bir kaydetmişlerdi. Fakat fakihlerin fıkhı ile mutasavvıfların tasavvufu birbirlerinden ayrı idi. Ayrılığın sebebi, fıkhın ibadetlere, adetlere ve muamelelere ait zahir hükümleri ile meşgul olması, yani insanın dış hayatını düzenleyen ilim olmasına karşılık, tasavvufun ruhu tasfiye ve terbiye etmek, kalbi heyecanlandırmak, hâsılı insanın içyüzünü düzenleme ilmi olmasıdır. İslam'ın meydana getirdiği bu zahir ve batın ilimleri ile ortaya çıkan iki ana koldan zahir ilmi, insanın ibadet için nasıl temizleneceğini, namazı nasıl kılacağını, oruç, hac ve diğer kulluk hizmetlerinin nelerden ibaret olduğunu, nasıl meydana geldiğini ve nasıl eda edileceklerini, muamelatta hangi esaslara uyulacağını, ticaret hayatını, diğer hukukî meselelerin neler olup nasıl tatbik edileceğini anlatıyor. Kalp ve ruh ile ilgili bulunan manevî ilim ise kalp ve ruhun meseleleri ile ilgileniyor, batın işleri ile meşgul oluyor, onların mahiyetlerini anlatıyor, kemale ermenin yolunu gösteriyordu. Bunun içindir ki, mutasavvıflar kendilerini hakikat erbabı saymış ve diğerlerini zahir erbabı, rüsum uleması olarak tanımışlardı. Böylece tasavvuf konusu, metodu ve hedefi olan bir ilim olarak belirmiş ve mutasavvıflar onun özelliklerini ortaya koyan eserler vermişlerdir. İlk önce Muhasibi, "Vesâyâ"yı, "Râiye"yi ve "Muhabbet Üzerinde Bir Fasıl"ı; Kalebâzî, "et-Teârüf li Mezheb-i Ehli Tasavvuf"u; Tûsî, "el-Lümâ"yu; Ebu Talib Mekkî, "Kut el-Kulûb"ü, Kuşeyri, "er-Risâle"yi yazmış ve yaymışlardır. Bu eserlerin içeriğinde nefsi hesaba çekmek ve terbiye etmek gibi tek konu üzerinde eserler verenlerin yanında birçok konu içeren eserleri yazıp yayan tasavvuf âlimleri de bulunuyordu. İmam-ı Gazali devrine kadar zahir âlimler ile batın âlimleri arasında her zaman bir açıklık bulunmuş, bu açıklık bazen karşılıklı ve düşmanca hücumlara kadar vardırılmıştır. Tarih bunun çeşitli örneklerini vermektedir. Sonunda Ebu Hamid Muhammed Gazali Hazretleri gelip bir ilim abidesi olan "İhya-i Ulûmüd-Din" adlı ölmez eserini yazarak, tasavvuf yolunun bütün edep ve erkânını anlatmış, ıstılahlarını ve işaretlerini izah etmiştir. Böylece tasavvuf bir ibadet yolu olarak kalmayıp muntazam bir ilim mahiyetini almış, önceleri bir ilim tefsir, hadis, fıkıh, usul ve kelam çerçevesi içinde hapsedilmiş şekilde kaldığı halde, bu gelişmeden sonra müstakil varlığını ortaya koymuş ve istiklalini tanıtmıştır. Tasavvuf âlimlerinin ilmi, fıkıh âlimlerininkinden ayrı olduğu için mutasavvıflar, fakihleri zahir ehli sayarak onların ilimlerine fazla değer vermemekle birlikte, onların bilgilerinden faydalanmaktan da geri durmamışlardır. Bundan dolayı Sühreverdî, "Avârif el-Maarif" adlı eserinde tasavvuf ilimlerinin doğuşunu, mutasavvıfların takva esaslarını gönüllerine yerleştirmelerine ve dünyanın gelip geçici olan alâyişlerinden yüz çevirmelerine atfederek "İlim çağlayanlarının çağladığı, onların nakle ve akla dayanan her ilimden nasip aldıklarını, ibadetlere dair zahirdeki hükümleri öğrenerek bunlarla amel ettiklerini. Sonra diğer din âlimlerinden ayrılarak, kendilerine mahsus bir ilim ile temayüz edip yükselme gösterdiklerini, bu ilmin "Vuslat İlmi", yani "Tasavvuf İlmi" olduğunu, dinin kaidelerini ve esaslarını araştırmada derinleşerek, dinin gerçek manasını anlayan zahid ve muttaki âlimlerin bu manaya erdiklerini ve bununla tam itikat ve teslimiyete kavuştuklarını, esasen dinin de insanın Rabbine tam bir itikat içinde yaşamak olduğunu" anlatmaktadır. Özet olarak söylemek gerekirse Tasavvuf ilimleri temelde akla ve nakle dayanan ilimlerden meydana gelmiştir. Kaymak nasıl ki yalnız sütten çıkarılırsa, tasavvuf ilimleri de aynen şeriat ilimlerinin kaymağı olan Kitap ve Sünnet'ten alınmıştır. Bütün bu ifadelerden sonra varılacak sonuç şu olmaktadır Tasavvuf ilimleri, ilk mertebede "İlmel yakın" mertebesindeki diğer müspet ilimlerle birleşik durumdadır. Bu mertebenin hükmü, her şeyi görüp, görüldüğü şekilde değerlendirmektir. Tasavvuf ilminin yükseldiği bu mertebeden başka iki mertebesi daha vardır. Onlar da Aynel yakın mertebesi. Hakkal yakın mertebesi. Bunlardan aynel yakin mertebesi, müşahede bizzat görerek ulaşılan mertebesidir. Hakkal yakin mertebesi de kulun Hak ile hak olması, yani Yüce Allah'ın ilahî varlığında fena bulması, daha sonra Beka'ya ermesi, bu hali ilim olarak ve aynı halle hallenerek yaşamasıdır. Buraya kadar ifade edilenlerden tasavvufun, batın ilmi ve ibadet yolu olmak dolayısı ile şer'i hükümleri, ruhî manaları ve kalpler üzerindeki tesiri ile telakki ettiğini ve bu bakımdan ibadetleri ve muameleleri dış yüzü ve dış şekilleri ile anlatan fıkıhtan ayrıldığını söylemek mümkünse de tasavvufun bir başka cephesi daha bulunmaktadır. O da yakine dayanan marifeti ve bahtiyarlığı araştırarak tasavvuf yolu ile bulmaktır. Bunun içindir ki, "Tasavvuf, marifete erdiren ve bahtiyarlığa kavuşturan yol" sayılmıştır. Böylece kelamcıların İslam feylesoflarının yolunun karşısında, onun zıddı olan bir yol tutmuştur.
30 Temmuz 2021, 1556 Kayıtsız Üye tasavvuf nedir? tasavvufun ortaya çıkış noktası,gelişimi ve yayılması hakkında bilgi veriniz kim zamanında ortaya çıkmıştırCevap tasavvuf nedir? tasavvufun ortaya çıkış noktası, gelişimi ve yayılması hakkında bilgi Hoca TASAVVUF NEDİR? TASAVVUFUN TARİHİ VE ORTAYA ÇIKIŞI TASAVVUF Arapça olan bu kelimenin kaynağı hususunda ihtilaf vardır. En doğru olarak kabul edilen tahlile göre sûfi kelimesi, Arapça yün anlamına gelen "suf tan türemiştir. Suf’un nisbeti sufi’dir. Gömlek giyene takammasa denildiği gibi, suf giyene de tasavvafa denir. Bunun masdarı tasavvuf, ism-i faili mutasavvıftır.1 Kelime nereden türemiş olursa olsun, zühd ve takva hususunda titizlik gösteren bir zümreye "alem" olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde tasavvuf kelimesinin geçmediğini dikkate alan bazı müsteşrikler; bunun Hindistan’dan veya eski Yunan’dan geldiğini isbata çalışmışlardır.2 Ehl-i Sünnet ûleması tasavvufu "Şer’i hududları muhafaza ederek, Allahû Teâla cc’yı zikirde müdavim olmak ve rıza makamına ulaşmak" olarak kabul ve tavsiye etmiştir. Bu durumda tasavvufun kaynağını, Hindistan’da veya eski Yunan felsefesinde aramak boşuna bir gayrettir. Resûl-i Ekrem sav’in "Muhakkak ki ben, bir muallim olarak gönderildim"3 buyurmasındaki hikmeti iyi tefekkür etmek zorundayız. Sırat-ı müstakim üzere olmak, dünyevî-uhrevî saadetlere ulaşmak, Ancak Resûl-i Ekrem sav’i taklid etmekle olur. Kur’ân-ı Kerîm’de "Bir de peygamber size ne verdiyse her ne emir verirse onu tutun, nehyettiğinden de sakının"4 buyurulmuştur. ayrıca "Ve O, kendi hevâ ve hevesinden söz söylemez. O, Kur’ân ve din hususundaki eızıri ilka edilegelen vahiyden başka bir şey değildir."5 ayet-i kerimesi, sünnetin önemini ortaya koymaktadır. Nitekim bütün müçtehid imamlar; "Mütevatir sünnetin inkârı küfürdür" hükmünde ittifak etmişlerdir.6 Bazı çevreler ısrarla Resûl-i Ekrem sav’in hurma ağaçlarının budanmaması ile ilgili içtihadını gündeme getirip "sünnet bağlayıcı değildir" hükmüne varma arzusundadırlar.7 Halbuki Resûl-i Ekrem sav’in dünyevî meselelerdeki içtihadı ile din hususundaki sünneti arasında önemli farklar vardır. Nitekim Bedir Savaş’ında; savaş yerinin tesbiti ve savaş sonrası esirlerin durumu ile ilgili olarak, sahabe-i kiramla istişare etmiştir. Sahabe-i Kiram herhangi bir meselede Resûl-i Ekrem sav’e "Bu bir vahiy midir, yoksa içtihadınız mıdır?" diye vahiyse derhal teslim olurlar, herhangi bir itirazda bulunmazlardı. Bu aradaki vahiy kelimesinden, sadece Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak mümkün değildir, çünkü kudsî hadis dediğimiz vakıa da mânâ itibariyle Allahû Teâla cc’dandır. Bu girişten sonra; son yıllarda ilm-i ledün adı altında, Resûl-i Ekrem sav’in ve Hülâfai Raşidin’in sünnetlerini tahrip eden bir akımdan söz etmek istiyorum. Bu konunun çok netameli olduğunu biliyorum. Buna rağmen Hz. Ebû Bekir ra’in "Allah rızası için söylenmeyen hiçbir sözde hayır yoktur. Aziz ve celil olan Allah yolunda harcanmayan hiçbir malda hayır olmadığı gibi, Allah için yaptıklarında insanların kınamasından korkanlarda da hayır yoktur"8 sözlerini düşündükçe bir hâl oluyorum. Şimdi konuya girelim Son yıllarda tasavvuf adına; kendisine nikâh düşen kadınlara el öptürenlerden, şehevî duygularını tatmin edenlere kadar acaip tipler türedi. Elbette bundan tasavvufi hareket mes’ul değildir. Çünkü tasavvuf, Allahû Teâla cc’nın emir ve nehiyleri altında sızlanmamak, sabretmek ve her an imtihan üzere olduğunu hatırda tutarak, hevâ ve hevesle mücadele etmektir."9 Bu mücadelede Resûl-i Ekrem sav’in ve Sahabe-i Kiram ra’ın hayatları örnek alınır. Şer’i şerife uymayan her davranış reddedilir. Ayrıca tarikat ve hakikat, şeriatın içinde kabul edilir. Çünkü "Şeriat-Tarikat-Hakikat" zincirine inanmak, şeriatı eksik kabul etmek anlamına gelir ki, insanı dalâlete ve küfre Ebû Yusr Muhammed Pezdevî "Şeriat hakikattir hakikat şeriattan başka değildir" buyuruyor.10 Bu bahsin devamında "hakikat şeriattan ayrı ve başkadır" görüşünü benimseyenler, evliyayı enbiyadan üstün kabul edenlerdir. Bunlar peygamber şeriatle, veliler hakikatle amel eder’ diyenlerdir. Bunlara "evliyacılar" adı verilmiştir, sapık bid’atçilerdir. Bunlar Allah cc’ın kitabına, Hz. Resûl-ü Ekrem sav’in sünnetine muhalefet ederler, bâtın, gizli ilim iddiasında bulunurlar" diyerek meseleyi ortaya koymaktadır. Bu noktada şeyhlerini "gizli ilim sahibi" olarak nitelendirmeyi şeref bilen müridler, ne yaptıklarını iyi düşünmelidirler!.. Ayrıca hata etmesi mümkün görülmeyen şeyh tasavvuru; batınîliğin yeniden tarih sahnesine çıkışını hazırlamaktadır. "Şeyh uçmaz, mürid uçurur" sözü iyi düşünülmeli; şer’i hududlara riayette titiz Yezid el-Bestamî ks’nin "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" 11 meâlindeki sözü herkesin ağzında… Hatta bunun hadis-i şerif olduğunu iddia edecek derecede ileri giden tiplere rastlıyoruz. Şer’î ilimlerden habersiz olan kimseler, "Şeytan mürşidim olmasın" gerekçesiyle, hemen harekete geçiyorlar. Kısa bir süre sonra inabe ile bey’at arasındaki mahiyet farkını bilmediği için, şeyhini halife zannederek "Bizim efendiye tâbi olmayan helak oldu!" demeye başlıyor. Ondan sonra; çık işin içinden, çıkabilirsen!.. Halbuki, tasavvufi bir harekete katılmak isteyen kimsenin, bu hususla ilgili ilimleri öğrenmesi farz-ı ayn’dır. Zira farz-ı ayn ilimler tarif olunurken "hangi durumda olursa olsun, bulunduğu halde meydana gelen işlerle ilgili bilgileri edinmek her müslümana farzdır"12 denilmektedir. İnabe. tıpkı nezr-i mutlak gibidir, bey’atla hiçbir alâkası yoktur. Bey’at, akıl baliğ olan mü’min’e farz-ı ayn olduğu halde13 inabe, tasavvufî eğitime karar verenler için lüzûmludur. Nitekim İmam-ı Gazzalî "Nefisleri zayıf, çevheri hakikatine ulaşmayacak durumda ise kendisine yardım edecek, maksuduna yetiştirecek müşfik bir muallime bağlanır. Nasıl ki tedavi yolunu bilmeyen hasta da, müşfik bir doktora müracaat ederse"14 diyerek, meseleyi izah etmiştir. Zikir, her mü’min üzerine vaciptir, Ancak inabe alan bir kimse, nezrettiği miktarda zikir yapmak Resûl-i Ekrem sav’in ve Hülâfa-i Raşidîrı in sünnetlerine riayet etmek durumundadırlar. Zühd ve takva hayatında da durum aynıdır. Şer’i şerifin hududlarına riayet olunmadığı süre içerisinde "tasavvufi" hayattan söz etmek mümkün değildir. Tâgûtî güçlere dua eden ve şeytâni vesveselerden kurtulamayan kimselerin; insanlara zühd ve takva’yı öğretebilmeleri imkânsızdır. Tasavvufla ilgili olarak kaleme alınmış lâtince birçok eserde bid’at ve hurafeler geniş bir yer tutmaktadır. Dolayısıyle dikkatli olmak ve şer’i hududları öğrenmek ve takva hayatı, cihadla yakından alâkalıdır. Türkiye’de; otiız iki farz arasında, cihada yer vermeyen latince eserler bol miktarda basılmakta ve dağıtılmaktadır… Halbuki nefsin hevâ ve heveslerini durdurabilecek tek ilâç, cihad’dır. Tasavvufî hayat temelde bu cihada dayanmak durumundadır. Aksi mümkün değildir. KAYNAKLAR 1 Süleyman Ateş, Sütemi ve Tasavvufi Tefsiri, 2 Başta L. Massignon, Joseph von Hammer, Nicholson olmak üzere, bütün oryantasavvufu Islâm’ın dışında görme arzusundadırlar. Kimisi Hind mistisizmine, kimisi de eski Yunan felsefesine benzetmişlerdir. Bu tezlerin Türkiye’de de, "Modernistlerce" benimsendiği gizlenemez. 3 İbn-i Mace el-Kazvinî, Sünenû İbn-i Mace, Çağrı Yayınları, c. I, sh. 83, Had. No 229. 4 Haşr sûresi 7. 5 Bkn. Necm sûresi 3-4, Tıbyan Tefsiri, İst. 1963, c. IV, 6 Molla Hüsrev, Mir’at el-Usûl fi Şerhi Mirkat elVüsûl, c. II, sh. 8 vd. 7 Prof. Abdülcelil İsa, Peygamberimizin İçtihadları, Ank. 1976, sh. 110-116, Mütercimler Dr. H. 8 İbn-i Kesir, Tefsiru’l Kur’ân’il A?im, 1969, Daru’1 Marife Yay. c. IV, sh. 342. 9 Abdurrahman es-Sülemî, Tabakatu’s Sufiye, Kahire 1953, sh. 454. 10 Sadru’1 İslâm Ebû Yusr Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, sh. 335-336 Mes’ele 93. 11 Prof. Dr. Süleyman Ateş, sh. 292. 12 İmam Burhanüddin ez-Zernûcî, Ta’limü’I Müteallim sh. 9 Müt. V. Yavuz. 13 Sünen-i Ebû Davud, İst. 1401, c. II, sh. 302, Hadis No 2942. 14 Prof. Dr. Süleyman Ateş, sh. 202. tasavvufun ortaya çıkış nedenleri, tasavvufun ortaya çıkış nedenleri nelerdir, tasavvufun ortaya çıkış sebepleri nelerdir Forum Duası Copyright © 2007-2021
En başta tasavvufu doğru anlamak gerekir. Tasavvuf öyle akıl ile anlaşılamayacak, dil ile anlatılamayacak, uzaktan bakılması gereken yanına gidilmez bir şey sanılmamalıdır. Çünkü tasavvufun anlamı kolaydır, asıl olan onu yaşamak ve bütün hayata tatbik etmektir. Bu sebeple tasavvufu inkar edenin de onu benimseyip hayat prensibi edinip tasavvuf yolu üzerinde seyir edenin de tasavvufun ne olduğunu iyice bilmesi ve anlaması gerekmektedir. İşin başında şunu bilmek gerekir Tasavvuf ayrı bir din değil, İslam dinini farklı cihetlerden en güzel şekilde kişinin önüne sunulmasıdır. Bu sunulma şekli, zaman geçtikçe alimlerin düşünce ve içtihatlarına göre farklılık göstermesi doğaldır çünkü her alimin benimsediği, beğendiği ve en çok faydalı olarak gördüğü şey farklı olabilir. Bunun nedeni İslam’ın zenginliği ve Peygamber Efendimizin ﷺ hayatı boyunca uyguladığı çeşitli metot ve yöntemlerdir. Her ne kadar alimler Peygamber Efendimizin ﷺ birbirinden farklı yöntemlerinden kendinin benimsediklerini bir araya getirip sunsa da gaye ve amaç birdir. O da kişinin takva, sabır, vera ve fena ile pişerek Allah’ın rızasına ulaşmasını sağlamaktadır. Tasavvuf Anlamı Nedir? Tasavvuf, İslam’ın güzel bir şekilde yaşanması için ayet ve hadislerde Allah Teâlâ’nın ve Hz. Peygamberin ﷺ istediği ve razı olduğu kul olmak için gereken sıfatların bütünüdür. Çünkü Allah ve Resulü ﷺ isimler değil sıfatlardan bahseder. Örnek Allah Teala takvalı olmayı emreder ve muttaki kullarını sevdiğini beyan eder. Efendimiz ﷺ nasıl takvalı olunur, takva nedir, takvalı olmak için neler yapılmalıdır, gibi soruların cevabını verir. İşte Allah Teala’nın istediği sıfatları Peygamber Efendimizin ﷺ anlattığı ve uyguladığı şekilde tatbik etmenin usulü bütün olarak bir araya geldiğinde tasavvuf terbiyesi olarak adlandırılır. Bir sürü sıfat ve bu sıfatlara giden bir sürü yöntem ve metot olduğu için çeşitli tarikatlar ve cemaatler ortaya çıkmış olur fakat buradan her tarikatın ve cemaatin hak olduğu anlaşılmamalıdır. Yukarıda anlattığımız tasavvuf terbiyesi bu işte uzman olmuş olgun mümin mürşidi kamil tarafından yapılır. Başında bir ehli sünnet, kamili mükemmil bir mürşit olmayan her tarikat, cemaat, grup ve fırkalar delalette olup ya helak olmuştur yada helak olmaları yakındır. Burada bir kaç soru geliyor insanın aklına; mürşit nedir, mürşidi kamil ne demek, gerçek olgun kamil mükemmil mürşit nasıl olur? Bu gibi sorularınıza Allah dostları ile ilgili hadisler adlı yazımızda Peygamber Efendimizin dilinden cevap bulabilirsiniz. Bununla beraber daha fazla bilgiye ulaşmak için Allah dostu ne demek Allah dostu kime denir başlıklı makalemize göz atabilirsiniz.
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir. Sosyolojinin Tarihçesi İlk çağlardan beri toplumun yapısıyla ilgilenen düşünürler vardı Platon ideal toplum düzeninden söz etmiştir. Sosyolojinin müjdecisi sayılan İbn-i Haldun ilk defa devletle toplumun birbirinden farklı olduğunu belirterek toplumsal yaşamı da incelemiştir. Machiavelli Thomas More Francis Bacon toplumsal sorunlara “çözüm” önerileri getirmişlerdir. Bu düşünürlerden farklı olarak Montesquieu “Olması gereken değil olan incelenmelidir.” diyerek sosyolojinin sınırlarını çizmiş ve bilim olarak doğuşuna temel hazırlamıştır. Sosyolojinin bu sözcüğü ilk kullanan Auguste Comte tarafından 19. yüzyıl başlarında kurulduğu kabul edilir. Comte’a göre sosyoloji fizik kimya biyoloji gibi doğa bilimlerinin yöntemleriyle toplumu incelemelidir. Sosyolojinin kurucularından Emile Durkheim sosyolojinin konusunun toplumsal olgu olduğunu ve toplumsal yaşamın yine diğer basit toplumsal olgularla açıklanabileceğini vurgulamıştır. Max Weber’e göre toplumu ve toplumsal eylemleri açıklamak için genel kavramlardan değil bireylerden öznel olarak düşünülmüş anlamlardan hareket edilmelidir. Böylece Weber psikolojik yaklaşımla sosyolojik yaklaşımı birleştirmek istemiştir. Ülkemizde Durkheim sosyolojinin bilim yapma anlayışı Ziya Gökalp ile Le Play çizgisi ise Prens Sebahattin’le temsil edilmiştir. Platon 427 – 347 Platon baba tarafından Atina’nın efsanevi krallarıyla ve anne tarafından da Solon’la akrabadır. Yaşamındaki en önemli olaylardan biri de gençliğinde Sokrates’le karşılaşmasıdır. Sokrates’in mahkumiyeti ve idamından sonra eğitimde; özellikle de devlet adamı eğilimlilerin eğitimlerinde derin değişiklikler olmadıkça insanın kaderinin umutsuz olduğuna karar verdi. Bu nedenle de kırk yaşlarındayken Sicilya ve İtalya’ya ilk yolculuğundan sonra bu yolculukta Pythagoras’çılarlarla tanıştı aktif politikaya katılmaktansa sitenin gelecekteki liderlerini yetiştirmek üzere Atina’da bir okul kurar. Bu okula üzerinde kurulduğu parkın adı verilerek Akademia dendi. Aristoteles yirmi yıldan uzun bir süre Akademia’da öğrencilik ve öğretmenlik yapmıştır. Machiavelli Niccolo 1469 – 1527 Floransalı Machiavelli 1498’de dışişleri ve savunma ile görevli İkinci Şansölyelik Sekreterliğine atandı. Pek çok ülke dolaştı ve diplomatik deneyim kazandı. Floransa’nın bağımsızlığı için kurduğu milis birlikleri 1509’da Pisa’nın alınmasında önemli rol oynadı. 1513’de Medici ailesinin Floransa’ya dönmesinden sonra hapsedildi. Serbest kalınca Floransa yakınlarında yapıtlarını yazamaya başladı. Bunların içinde en önemlisi; Medicilere sunduğu 1513 tarihli “II Principe” Prens dir. 1527’de Medicilerin devrilmesi üzerine gözden düştü ve aynı yıl öldü. Machiavelli’nin tarih ve siyaset felsefesi üzerine yazdıkları ve karşılaştırmalı tarih metodu günümüzde de önemini sürdürmektedir. St. Thomas More 1477 / 78 – 1535 Aziz St. şövalye İngiltere Lord Şansölyesi başbakan yazar Thomas More 1477 ya da 1478 yılında Londra’da doğdu 1492’de Oxford Üniversitesi’ne girdi 1499’da Erasmus’la tanıştı. 1504’de parlamentoya girdi. 1516’da Londra’da ünlü eseri “Ütopya” yı tamamladı. 1523’de Avam Kamarası’nın sözcülüğüne seçilen More 1534 yılında uymayı reddettiği yasa nedeniyle Londra Kulesi’ne hapsedildi ve 1535 yılında da idam edildi. Karl Kautsky şöyle yazar “Amaçladığı boş zaman rüyasını algılayabilmek için üç yüz yıldan daha uzun bir süre geçmesi gerekmiştir. Ütopya dört yüz yıldan daha eski olmasına rağmen More’un idealleri yenilmemiştir ve hala mücadele eden insanlığın ardında durmaktadır.” Francis Bacon 1564 – 1616 Verulam Baronu. 1564 Londra doğumludur. Hukuk öğrenimini tamamladıktan sonra baroya girmeye çalıştı. 1593’de Avam Kamarası’na girdi. Kraliçenin gözdesi Esaaa Kontu onu himayesine aldı. 1613’de Saray’ın baş avukatı 1617’de baş mühürdar 1618’de baş yargıç ve baron 1620’de ise vikont oldu. Ama 1621’de rüşvet almakla suçlanan Bacon devlet hizmetinden uzaklaştırıldı. Ömrünün son yıllarını bilim ve felsefeye adadı. Bacon’un felsefesi’nin temelinde tümdengelimci mantığın yerine tümevarımcı metodu uygulaması yatar. Ona göre gerçek bilim nedenlerin bilimidir ve bu yolla insanoğlu doğaya egemen olacaktır. Montesqiueu 1689 – 1755 Fransız yazarı Montesqiueu 1689 yılında doğmuştur. Aynı zamanda bir hukukçu olan Montesqiueu uzun süre hukuk alanında çalışmıştır. Yazar olarak tanınması onun 1721 yılında yazdığı “İran Mektupları” adlı eseriyle başlar. Montesqiueu’nu ikinci büyük eseri 1734 yılında yazdığı “Roma’nın Büyüklüğününün ve Çöküşünün Sebepleri Hakkındaki Düşünceler” adlı eseridir. Montesqiueu’nun en büyük eseri 1748 yılında yazdığı “Kanunların Ruhu” adlı kitabıdır. Auguste Comte 1798 – 1857 Fransız Auguste Comte sosyoloji biliminin kurucusu olarak tanınmıştır. İnsan topluluklarının doğasını ve nasıl geliştiğini anlamaya çalıştı. Comte’a göre insanlar mulu ve başarılı olmak için birlikte çalışma ihtiyacındadırlar. Comte’a göre bilimler hiyerarşisinin en tepesinde etik moral vardır ve sonra aşağıya doğru sosyoloji biyoloji kimya fizik astronomi ve matematik sıralanır. Aşağıdan yukarıya izlendiğinde kuramsal ve tarihsel olarak basitten karmaşığa bilimler birbirlerini izleyerek teolojik aaaafizik aşamalardan pozitif aşamaya diğer bir deyişle etik ve sosyoloji alanına ulaşmışlardır. Emile Durkheim 1858 – 1917 Fransız toplumbilimci Durkheim 1858 doğumludur. 1902’de Sarbonne üniversitesi’nde kürsü sahibi oldu. Toplumu bir organizma gibi değerlendirmesi ve bir organizma içerisindeki organların dayanışması olgusu gibi bir toplumu da birbiri ile dayanışma içerisinde bulunan organlardan oluşan bir bütün olarak değerlendirmiştir. Toplumsal örgütlenme üzerine yaptığı çalışmalar toplumbilim çalışmalarına yeni bir hamle getirmiştir. Bunların dışında sosyal-psikoloji ile de ilgilenmiş ve “intihar” eylemi üzerine ampirik çalışmalar da yapmıştır. 1917 yılında Paris’de ölmüştür. Max Weber 1864 – 1920 Max Weber kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan Hristiyan ahlakı üzerine vurgu yaparak geliştirdiği Protestanlık kuramıyla ünlü olmuştur. Weber sosyolojisi gelenekselden rasyonel eyleme dönüşümü keşfetme ve anlamaya yöneliktir. Gelenek modern öncesi toplumların üzerinde aşılmaz bir güç olarak durmaktadır. Weber’e göre Protestan etiği geleneğin tutuculuğunu kırmıştır. Çünkü Protestan etiği insanların zenginlik elde etmek için çabalamalarını dinsel onaylar sunarak rasyonelleştirir ve cesaretlendirir. Ziya Gökalp 1876 – 1924 İdadi’de okurken Arapça Farsça ve Fransızca öğrendi. İslam tanrıbilimi ve tasavvuf üzerine çalıştı. İkinci Meşrutiyet ilan edilince İttihat ve Terakki’nin Diyarbakır şubesini kurdu. 1909’da “Peyman” gazetesini çıkardı. Aynı yıl İttihat ve Terakki’nin genel merkez üyeliğine seçildi. 1912’de milletvekili seçildi. Dört ay sonra Osmanlı Mebuslar Meclisi kapanınca Darülfünun’da 1919’a kadar toplumbilim profesörlüğü görevini yürüttü. Birinci Dünya Savaşı’nda “Yeni Mecmua” yı çıkarttı. Türkçülük kavramının yayılmasında öncülük eden Ziya Gökalp eserlerinde misak-ı milli sınırları içerisinde doğu toplumundan batı toplumuna çevrilmiş bir Türk devleti üzerinde durmuştur SOSYOLOJİ TARİHİ-1 BÖLÜM 3 GÜZ DÖNEMİ 2002 Yrd. TEKEL SOSYOLOJİ TEORİLERİNİN ORTAYA ÇIKMASINDA ETKİLİ OLAN TOPLUMSAL YAŞAMDAKİ DEĞİŞİKLİKLER Bu bölümde sosyolojinin bir bilim olarak 19. Yüzyılda ortaya çıkmasında etkili olan belli başlı toplumsal değişmeleri gözden geçirelim 1- AYDINLANMA DÜŞÜNCESİNİN ETKİSİ Aydınlanma felsefi düşüncede dikkate değer bir zihni gelişme ve değişiklik yaratmıştır. Aydınlanma dönemi düşünürlerini etkileyen iki akımdan bahsedebiliriz; 17. Yüzyıl felsefi anlayışı ve bilimsel gelişmeler. 17. yüzyıl felsefesi; Rene Descartes, Thomas Hobbes ve John Locke'un yazılarında belirginleşmiştir. Daha önceki dönemlerde olmadığı kadar Aydınlanma düşünürleri insanın aklı ile evreni anlayabileceğine dair bir anlayış geliştirmişlerdir. Bunun da sebebi olarak o dönemde fizik biliminde ortaya çıkan başarıların onları doğa kanunlarının evrensel olarak uygulanabilirliği temelinde yeni bir evren anlayışına götürmesidir. Bu dönemde gerçek merkezi entelektüel hedef olmuştur, ancak gerçeğin bilgisine gelenek ve otorite temelli bir bakış yerine rasyonalizm ve empirisizmden hareketle ulaşılmaktadır. Eğer bilim, fiziki dünyadaki doğa kanunlarının işleyişini ortaya çıkarmışsa, belki de benzer yöntemler sosyal ve kültürel dünyanın kanunlarını da ortaya çıkarabilecektir. Böylelikle o dönemin düşünürleri, toplumsal hayatın tüm yönlerini araştırmışlar; politik, dini, sosyal ve ahlaki kurumları analiz etmişler ve incelemişlerdir. Bunları akılcı bir tutumla ele alarak eleştirmiş ve irrasyonel akılcı olmayan olanların değişmesini talep etmişlerdir. Bu anlamda geleneksel değerler ve tutumları eleştirerek irrasyonel olarak değerlendirmişlerdir. Onlara göre bu kurumlar, insan tabiatına zıt olan, insanın gelişme ve ilerlemesine engel olan , insanın kendi potansiyelini gerçekleştirmesinde önleyici olarak değerlendirilmektedir. Eleştiri bu dönem düşünürlerin temel silahı olmuştur. Batıl inançlarla, dar görüşlülükle, hoşgörüsüzlükle savaşmışlardır. Yine o dönemde var olan feodal sınıfın ayrıcalıklarına, onların endüstri ve ticari faaliyetler üzerindeki engellerine saldırmışlardır,. Aydınlanma düşünürlerinin 17. Yüzyıl filozoflarından farklı olarak; sistematik çıkarım yöntemi yerine doğa bilimlerinin yöntem anlayışı üzerinde kendi açıklamalarını oluşturmuşlardır. Buradan hareketle aydınlanma düşüncesinde yeni ve orijinal olan; Newton fiziğinin metodolojik kalıplarının uygulanması olmaktadır. Newton deneylerden elde edilen olgularla ilgilenmiştir, ilkeleri ise gözlem ve deneye dayanmaktadır yani kısaca söylemek gerekirse deneysel temellidir. Aydınlanma, insanın evrensel boyutta toplumsal hakları ve ödevleri ile insanın yeniden Önceden Stoa öğretisi'nde yer almıştır bir inceleme alanı olarak ele alındığı düşünce hareketi olmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan diğer bir gelişme ise, Diderot ve D'Alembert tarafından hazırlanmış olan Ansiklopedi çalışmalarıdır. Ansiklopedi herhangi bir bilgi kitabından daha fazla bir şeydir çünkü; kitap içinde yer alan konularla ilgili tanımlar doğaüstü önyargılardan sıyrılarak ussal akılcı düşünce ve bilimsel kavrayış temelinde ele alınmaktadır. Ansiklopedistlerin en önemli özellikleri ise, en çetrefil konuları herkesin anlayabileceği bir açıklıkla anlatmalarıdır. Bu çalışmada Diderot'nun etkilendiği kişiler Locke ve Condillac olmuştur. Locke'un deneyciliği Condillac'ın ise fikirlerin deneyle ilişki içinde, dünyayla ilişki içinde tekrar ele alınması gerektiği anlayışı olmuştur. Newton'un yöntem anlayışına bağlı olan Condillac'ın bilgi kuramı tüm Aydınlanmacıların bilgi anlayışına uymaktadır. Şimdi Aydınlanma düşüncesinin ana hatlarını maddeler halinde toplayalım doğalla, dinin bilimle, Tanrısal buyruğun doğa yasası ile ve din adamlarının filozoflarla yer değiştirmesi göze çarpmaktadır. ve hatta dinsel sorunların çözümünde bir araç olarak deneyin rehberliğindeki akıl belirleyici unsurlardır. düşünürleri insan ve toplumun mükemmelleştirilebileceğine inanmışlardır. özellikle yönetimin baskı ve kötülüklerinden uzak tutulma hakkı olmak üzere, insan haklarına saygı anlayışı hakimdir. Sosyolojinin Fransa'da bir bilim olarak ortaya çıkmasından hareketle Fransız düşünürlerinin, buradan hareketle Fransız sosyolojisinin Aydınlanma'dan olumlu olarak etkilendiğini söylemek yani, o dönemdeki Fransız sosyologlarının rasyonel, deneysel, bilimsel ve değişme yönelimli olduklarını söylemek tamamiyle mümkün görülmemektedir. Çünkü Aydınlanma'ya karşı olarak gelişen düşüncelerde o dönem sosyoloji üzerinde etkili olmuştur. Buradan hareketle Aydınlanma'nın sosyoloji üzerindeki etkisinin olumsuz ve dolaylı yoldan olduğu söylenebilmektedir. O dönemde Aydınlanma düşüncesine tepki gösteren en önemli düşünürler; Joesph de Maistre 1753-1821 ve Louis de Bonald 1754-1840 'dır. Bu kişiler sadece Aydınlanma'nın getirdiği düşünce ve değerlere değil Fransız Devrimi'nin sonuçlarına da tepki göstermişlerdir. Özellikle de Bonald tekrar Ortaçağ döneminin düzenli ve barışçıl ortamına dönmek istemiştir. O dönemdeki karışıklıklar, anarşi ve Fransız Devrimi sonrasındaki radikal değişmeler onları kendi felsefi anlayışlarında düzen ve istikrar temelinde; gelenek, otorite, statü,fonksiyon, norm gibi kavramlar üzerinde durmaya sevk etmiştir. Bu yorum 18. Yüzyıl Aydınlanma düşüncesi ile karşılaştırılacak olursa; ilgi alanın bireyden gruba, var olan düzenin eleştirilmesi yerine düzeninin savunulmasına ve toplumsal değişme yerine toplumsal istikrara doğru bir kayış olduğu görülmektedir. Şimdi bu karşılaştırmayı maddeler halinde özetleyelim; düşünürleri bireyi vurgularken, tepki gösterenlerin temel sosyolojik ilgisi toplum olmuştur. Toplum sadece bireylerin toplamı olarak ele alınmamakta, geçmişte kökleri olan ve kendi gelişme kanunları olan bir bütünlük olarak ele alınmaktadır. incelemelerin temel birimidir, bu bireyden daha önemli olduğu anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle birey toplum sayesinde vardır, bu noktada sosyalleşme süreçleri etkili olmaktadır. toplum içinde en temel unsur olarak görülmez. Çünkü toplum genel olarak kurumlar, yapılar, statüler ve roller gibi unsurlardan oluşmuştur. oluşturan unsurlar birbirleriyle ilişkili ve karşılıklı bağımlılıkları temelinde ele alınır. Buradan bu karşılıklı ilişki ve bağımlılık içinde olan unsurlardan birinde meydana gelen bir değişiklik diğer parçaları ve sonuçta ise toplumun bütününü etkilemektedir. O zaman toplumda yapılacak değişiklikler özen ve itina ile yapılmalıdır. değişme sadece toplum ve onu oluşturan unsurlar açısından değil toplum içindeki birey açısından da tehlikeli görülmektedir. Çünkü toplumdaki kurumlar bireylerin toplumsal ihtiyaçlarına yöneliktir, o zaman bunlarda meydana gelen bir değişmeden birey sıkıntı çekecek, buradan ise toplumsal düzensizliğe yol açmış olacaktır. daha küçük birimler; aile, komşuluk,din, mesleki gruplar toplum ve birey açısından oldukça gereklidir. Çünkü bu birimler modern toplumlarda yaşayan insanların yüzyüze samimi bağlar kurmasına imkan tanımaktadır. şehirleşme ve bürokrasi gibi o dönemde yeni yeni filizlenen olgular düzeni bozucu olarak ele alınmaktadır. bu değişimler daha rasyonel bir topluma gidişi sağlamaktadır ancak ibadet, ayin gibi irrasyonel unsurlar da önemini korumaktadır. olarak ise toplumda o dönemde var olan hiyerarşik yapının korunmasını istemişlerdir. Bu önermeler Aydınlanma'ya tepki olarak ortaya çıkan Fransız sosyolojisinin gelişmesinin entelektüel temeli olarak ele alınmalıdır. İlk sosyoloji düşünürleri bu düşünce temelleri yanında Aydınlanma'nın diğer düşünsel kaynağını oluşturan bilimsel yöntemin kullanılması düşüncesinden de etkilenmişlerdir. 2- Politik Devrimler Aydınlanma düşüncesinin daha doğrusu anlatımını aydınlanma düşüncesinde bulan gelişmelerin yarattığı Fransız Devrimi, dünya tarihinin en önemli birkaç olayından birisidir. Rönesansla birlikte gelişmeye başlayan birey hakları ve bunu özel bir anlatımı olan özgürlük kavramı 18. Yüzyılda insan yaşamının temel kavramlarından biri durumuna gelmiştir. Birey haklarının ya da daha genel bir söyleyişle insan haklarının birinci planda konu edilmesi doğal olarak demokrasi inancının gelişmesine, buna bağlı olarak da yasa düzeni kurma eğilimlerinin gelişmesine yol açmıştır. Böylece mutlak yöneticiyi kurtarıcı olarak gören Rönesans dönemi ve 18. Yüzyıl insanıyla mutlak yöneticiyi despot sayan yeni insan tipi arasında büyük ayrılıklar ortaya çıkmış olmaktadır. Fransa'da en belirgin anlamının Rousseau'da görüldüğü demokrasi bilinci yavaş yavaş Fransız Devrimi'nin hazırlamıştır. O dönem Fransa'nın durumuna bakıldığında ise mutlak yönetim anlayışının hiçbir yasa ya da denetim olmadan uygulanmakta olduğu, insanlar arasındaki ayrıcalıkların büyük farklılıklar yaratmakta olduğu, yönetimin ise gizlilik içinde ve adaletsiz bir uygulama yaptığı görülmektedir. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ise mutlak yönetim fikri ile çelişmekte olup insanın hukuk açısından özgür ve eşit doğduğu ve özgür ve eşit kalacağını, her siyasal yönetimin insanların özgürlük, mülkiyet, güvenlik gibi en temel haklarını korumakla yükümlü olduğunu, , özgürlüğün ise başkasına zarar vermeden herşeyi yapabilme olduğu düşüncelerini içermektedir. Böyle bir ortamda beliren Fransız Devrimi ve onu takip eden diğerleri sosyoloji teorilerinin ortay çıkmasında etkili olmuştur. Bu devrimlerin etkileri toplumlar üstünde şaşırtıcı büyüklükte olmuştur ancak sosyolojinin öncü teorisyenleri genellikle Fransız Devrimi'nin olumsuz sonuçları üzerine durmuşlardır. Bu düşünürler, özellikle Fransa'da toplumsal değişimler sonunda ortaya çıkan düzensiz ve karışık ortamdan rahatsızlık duymuşlardır. Bu düşünürlerin birleştikleri ortak nokta ise, toplum düzenini yeniden yapılandırmak olmuştur. Bazıları eski toplum düzenine dönmeyi amaçlarken diğer bazıları ise toplumsal değişimleri geri dönüşümleri imkansız olarak ele alıp değişiklikler doğrultusunda biçimlendirmek istemişlerdir. Bu bakış açısı ile 17. Ve 18. Yüzyıl politik devrimleri ile değişen toplum düzeninin yeni temellerini aramaya yönelmişlerdir. Bu bakış açısı birçok sosyolojik teorilerin temel ilgi alanı olmuştur. 3- Sanayi Devrimi ve Kapitalizm Sosyoloji teorilerinin ortaya çıkması ve ilgi alanlarını belirleyen diğer bir toplumsal olgu, özellikle 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başlangıcında birçok batı toplumunu etkileyen Sanayi Devrimi'dir. Sanayi Devrimi değişimi ortaya çıkaran tek neden olarak ele alınmamalıdır. Sanayi Devrimi ile geniş tarımsal ekonomik yapıdan karşı konulması güç bir etki ile endüstriyel üretim sistemine geçilmiştir. Birçok insan kendi çiftliğini ve tarımsal alandaki işini bırakıp endüstriyel işlerin yapıldığı fabrikalarda çalışmaya başlamıştır. Fabrikalar ise teknolojik gelişmelerin etkisiyle, organizasyon yapılarından üretim tekniklerine kadar çok kapsamlı değişimlerin ortaya çıkmasına imkan hazırlamışlardır. Bu büyük organizasyonların yapılarına uygun olarak ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere bürokratik sistemler ortaya çıkmıştır ve bütün olarak bakıldığında ise kapitalist ekonomik sistem mevcut olmuştur. Bu ekonomik düzen içindeki işleyiş birçok endüstriyel ürünün alış ve satışına imkan sağlayan serbest pazar düşüncesi ile olmaktadır. Yine bu sistem içinde çoğunluğun düşük ücretle ve uzun saatler çalışmasına karşılık daha az sayıda insanın daha fazla ücret alır durumda olması endüstriyel sistem ve kapitalizmin işleyişine yönelik olarak karşı düşüncelerinde örneğin sosyalizm gibi ortaya çıkmasının nedeni olmuştur. Sosyalizm de sosyoloji teorilerini doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemiş olan bir düşünce akımı olmuştur. 4-Şehirleşme Sanayi Devrimi'nin bir sonucu olarak birçok insan sonu ve 20. Yüzyıl başlarında kırsal kesimlerden şehirlere taşınıştır. Yine endüstriyel sisteme bağlı olarak çok çeşitli meslekler ortaya çıkmıştır. Ancak bu gelişmeler beraberinde kırsal kesimden şehire yerleşmek için gelenler açısından şehir yaşantısına uyum sağlama sorununu da beraberinde getirmiştir. Yine bu arada şehirlerin kalabalıklaşması, gürültü, kirlilik, trafik ve benzer sorunlar şehir içinde yaşayanların yaşamlarını olumsuz yönde etkilemeye başlamıştır. Şehir hayatı ve ondan kaynaklanan sorunlar çağdaş sosyoloji teorileri içinde pek çok sosyoloğun ilgi alanı olmuştur. Ameikan sosyolojisi içinde gelişen Chicago Okulu bu duruma örnek olarak verilebilmektedir. alıntıdır
Sual Vehhabiler ve bunlara aldanan bazı bid’at ehli, evliyanın yolunu yani tasavvufu, tarikatı kastederek, bunların sonradan çıktığını, bid’at olduğunu söylüyorlar. Tasavvufun dinimizdeki yeri nedir? CEVAP Bu hususta Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki Zahirdeki kemalatın ve manevi makamların hepsi Resulullah efendimizden gelir. Zahirdeki kemalata, yükselmeye sebep olan emirlerini, yasaklarını bizlere din âlimleri bildirdi. Kalbin, ruhun temizlenmesine yarayan gizli bilgileri ve kalb işlerini tasavvuf büyükleri bize ulaştırdı. Kalbe ve bedene yarayan bilgilerimizin hepsi Resulullahtan Ömer vefat edince, oğlu Hazret-i Abdullah, İlmin onda dokuzu gitti buyurdu. Bazılarının bu söze şaştığını görünce, Dediğim ilim, herkesin bildiği abdest ve gusül gibi bilgiler değil, Allahü teâlâyı tanıtan bilgilerdir Resulullahın yolunu gösterir. Tasavvuf büyükleri, kendi hocaları vasıtası ile Resulullaha bağlanmıştır. O büyüklerin çalışma usulleri, sonradan uydurulmuş şeyler değildir. Fena, beka, cezbe, süluk, seyr-i ilallah ve benzerleri gibi isimler, sonradan verilmiş ise de, bu isimlerin bildirdikleri şeylerin hepsi Resulullah efendimizden kitabında bildirildiği gibi, fena, beka gibi isimleri ilk bildiren zat, Ebu Said-ül Harraz’dır. Zikir de, Resulullahtan gelmiştir. Resulullah efendimiz, peygamber olduğu bildirilmeden önce, mübarek kalbi ile zikretmiştir. Resulullahın çok zaman sükut ettiği, sessiz, düşünceli durduğu; dost, düşman her tarihçinin kitabında yazılıdır. Bu halde bulunmak, isimleri sonradan çıkan şeylerin Resulullahta da bulunduğunu göstermektedir. Bu isimler, hadis-i şerifleri açıklamak için konulmuştur. Mesela tefekkür; fikri, bâtıldan hakka doğru çevirmek olup, Az bir zaman tefekkür etmek, bin sene nafile ibadet yapmaktan daha faydalıdır hadis-i şerifinden Tasavvuftaki usuller, vazifeler, kazançlar Resulullahtan gelmiş olsaydı, ayrı ayrı tasavvuf yolları ve tasavvuf sarhoşluğu, dine uygun görünmeyen şeyleri söylemek olmazdı denirse, böyle değişik sözler ve hâller, insanların istidatlarının, başka başka olmasından ileri gelmektedir. Resulullahtan gelen nisbette, feyzde ve tesirde hiç değişiklik yoktur. Bunun çeşitli insanlara, çeşitli mizaçlara tesiri başka başka olmaktadır. Bir insanın bile çeşitli zamanlardaki hâli, mizacı başka başka kemalat, Resulullahtan gelmektedir. Fakat herkesin yaratılışına, hazırlığına göre, başka başka tesir etmektedir. Resulullah efendimiz hayatta iken de, herkesin istidadına göre konuşur, mana ve esrarı başka başka sunardı. Resulullah efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir’e ince bilgiler anlatırken, yanlarına Hazret-i Ömer gelince, sözü değiştirdi. Sonra Hazret-i Osman gelince, sözü daha da değiştirdi. Hazret-i Ali geldi, başka türlü anlatmaya başladı. Çünkü, her birinin istidadı başka başka idi. 5/59 Lâ ilâhe illallah demek Tasavvufta en çok, Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesi söylenir. Sözlerin, zikirlerin efdali, en faydalısı, lâ ilâhe illallah demektir hadis-i şerifi güneş gibi her yerde ışık salmakta iken, bunu söylemek, sonradan meydana çıkmış denilebilir mi? Tasavvuf demek, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak halde, tasavvuf zaman-ı saadette yok idi, sonradan meydana çıktı, diyen kimse, sünnet-i seniyyeyi yıkmak isteyen bir İslam düşmanı değilse; menfaat sağlamak, cahilleri aldatmak için şeyhlik perdesi altında İslam’a yakışmayan kötülükleri yapanları anlatmak istiyordur. Böyle tasavvufçular ne kadar çok kötülense yeridir. Bu kötü kimseler, Müslüman göründükleri için, Müslümanlık kötülenebilir mi? Talebesine kötülük yapan öğretmen var diye, öğretmenlik mesleğine kötü damgası basılabilir mi? Evet, bazı cahiller, ahlaksızlar [ve misyonerler] şeyh şekline girdi. Tasavvuf adı altında her kötülüğü yapanlar oldu. Fakat bunlara bakarak, Resulullahın sünnetine yapışan, her kötülükten sakınan Allah adamlarına dil uzatmak pek ehli buyuruyor ki İyi olan da, kötü olan da, iyilik yapabilir. Kötülük yapmamak ise, ancak Allah adamlarının özelliğidir. Sıddıklar günah işlemez. Mektubat-ı Masumiye 2/106Allahü teâlâya kavuşmak, Allahü teâlâya yaklaşmak, Allahü teâlâyı tanımak, Allahü teâlâyı sevmek, feyz almak, nurlanmak, ârif olmak, ilm-i bâtın sahibi olmak gibi şeyler, hep kalb ile olur. Bunlara akıl eremez, anlayamaz. Allahü teâlâ, her şeye kavuşmak için bir sebep yaratmıştır. Bir şeye kavuşabilmek için, o şeyin sebebine yapışmak lazımdır. Bildirdiğimiz şeylere kavuşmanın sebebi, kalbi masivadan temizlemektir. Mahlukların varlığını, sevgisini kalbden çıkarmaktır. Buna, Fena-i kalbi denir. Kalb, Allah’tan başka her şeyi tam unutursa, yukarıda bildirdiğimiz şeyler, kendiliğinden kalbe dolar. Kalb, görülmeyen, tutulmayan bir şeydir. Yani madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek dediğimiz et parçası ile ilgisi vardır. Aklın, dimağ [Beyin] ile olan ilgisi gibidir. Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lazım değildir. Sıvıyı boşaltmak lazımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalb de böyledir. Mahlukların sevgisi, hatta düşünceleri kalbden çıkarılınca, Allah sevgisi, feyz, nur, marifet, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahluklardan temizlemeye sebep de, Ehl-i sünnet itikadı, haramlardan sakınmak, farzları ve nafile ibadetleri yapmaktır. Nafile ibadetlerden, tesiri en çok ve süratli olanı, zikir yapmak ve Allahü teâlânın Velilerinden biri ile beraber almak için, bu feyze kavuşmuş olan salih bir kimseyi bulmak, onu sevmek, onun yanında yetişmek lazımdır. Vehhabi Feth-ül mecid kitabı da, bunun lazım olduğunu bildiriyor. 335. sayfasında, Allahü teâlâyı sevmeye kavuşturan on sebepten dokuzuncusu, Allah’ın sadık olan sevenlerinin yanında bulunmaktır. Onların sözlerini dinleyip faydalanmaktır. Onların yanında az konuşmaktır diyor. Böyle salih kullara Mürşid-i kâmil veya Rehber şeriflerde buyuruldu ki Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvanın kaynağı, âriflerin kalbleridir. [Taberani]Âlimin yanında bulunmak ibadettir. [Deylemi]Zikir, sadakadan daha faydalıdır. [ibni Hibban, Beyheki]Zikir, nafile oruçtan daha hayırlıdır. [Deylemi, Beyheki]Her hastalığın şifası vardır. Kalbin şifası, Allahü teâlâyı zikretmektir. [Deylemi, Beyheki, Münavi] Derecesi en yüksek olanlar, Allahü teâlâyı zikredenlerdir. [Beyheki]Allahü teâlâyı çok zikredeni, Allahü teâlâ sever. [Beyheki]Tasavvuf, zikretmek ve ârifleri hatırlamak, onları sevmek ve Resulullahın yoluna yapışmaktır. Bu ve benzeri hadis-i şerifler ve bunların çıkarılmış oldukları âyet-i kerimeler, tasavvufu emretmektedir. Böyle tasavvuf kötülenebilir mi?Allah’a kavuşturan yollar Sual Kitaplarda, Nakşi veya Kadiri yoluyla Allah’a kavuşanların olduğu yazılı. Allah’a kavuşturan yol çok mudur? CEVAP Necmeddin-i Kübra hazretleri, İnsanları Allahü teâlâya kavuşturan yollar, insan sayısı kadar çoktur buyurdu. Bu söz, talipleri yetiştirmek yolunu bildiriyor; yoksa itikatlarında hiçbir ayrılık yoktur. Bütün Evliyanın itikatları, imanları birdir. Hepsi, Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadındadır. Sanat sahiplerinin çeşitli iş kollarına ayrılmaları da, öyle rahmettir; fakat itikatta ayrılmak, parçalanmak, böyle değildir. Resulullah efendimiz, Cemaat rahmettir. Ayrılık azaptır buyurdu. M. NasihatHer şeyden, her mahlûktan Allahü teâlâya giden bir yol vardır; çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sahibini bulan zeki bir kimse, o yolu ve o manevi bağı görür, anlar. Allahü teâlânın rızasına, marifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri kadardır, sözü de doğrudur. Bu yolların hepsinden vasıl olmak, ahkâm-ı İslamiye’yi yapmaya bağlıdır. Bütün yolların başlangıcı İslamiyet’tir. Yani İslamiyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tasavvuf yolları, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir. Mektubat-ı MasumiyyeBu büyüklerin kitaplarını okumak, sohbetin yarısıdır. Yani büyük bir zatın kitabını severek okuyan kimse, sohbetinde bulunmuş gibi ondan faydalanır.
tasavvufun ortaya çıkış sebepleri nelerdir