🐴 Yuz Karasi Degil Ekmek Parasi

4LRIkSd. Oluşturulma Tarihi Aralık 17, 2019 2205Evlenme hazırlığında olan on binlerce vatandaş, devlet tarafından ödenen çeyiz parasının detaylarını merak ediyor. Evlenme ödeneği olarak da bilinen çeyiz parası, bir kereye mahsus olmak üzere, belli bir yaşı doldurmadan evlilik yapma şartı taşıyan kişilere veriliyor. Peki, çeyiz parası nedir? Evlenme ödeneği başvuru şartları nelerdir? İşte, evlenme ödeneği-çeyiz parası hakkında merak edilen ayrıntılı tarihten itibaren 5 yıl geçerli olan çeyiz parasında, peşin olarak ödenen evlenme yardımı almak isteyenlerin öncelikle beyanda bulunmaları gerekiyor. Peki, çeyiz parasını kimler alabilir? Evlilik yardımı ödeneği başvuru nasıl yapılır? İşte, çeyiz parası başvuruları hakkında PARASI NE KADAR?Evlenecekler için getirilen çeyiz hesabında devlet yardımı 9 bin TL’ye çıkarıldı. Yönetmelik değişikliğine göre, artık devlet katkısı hesapta biriken tutarın yüzde 25’ine kadar çıkabilecek, burada üst sınır ise 9 bin TL hesabı ve devlet katkısına dair yapılan ve Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik değişikliğine göre, devlet katkısı artık düzenli ödemesi süresi 36 ile 47 ay olanlar için hesaptaki birikimin yüzde 10’u yine 29’u olacak. Ödenecek tutar için getirilen üst sınır ise 4 bin liradan 6 bin 500 liraya çıkarıldı. Düzenli ödeme süresi 48 ila 59 ay olanlar içinse devlet katkısı yüzde 15 yerine 22 olarak uygulanacak. Bu grupta üst sınır 4 bin 500 TL’den 7 bin 500 TL’ye çıkarılacak. Düzenli ödeme süresi 60 ay ve üzeri olanlar içinse devlet katkısı hesapta biriken tutarın yüzde 25’i olacak. Bu da düne kadar yüzde 20 olarak uygulanıyordu. Bunun için üst sınır ise 5 bin TL yerine 9 bin TL PARASINDAN KİMLER FAYDALANIR?Anne veya babasının vefatı sonucunda onlardan ölüm- yetim aylığı alan kız çocukları evlenme yardımından yararlanabilir. Aynı durumda olan erkek çocuklarının böyle bir hakkı ödeneğine başvuruda bulunmak isteyen kız çocukları için yetim aylığı alma koşulu vardır. Yalnızca kızlara verilen evlenme yardımı, işten ayrılan ve yetim aylığı alanlara da parası almak isteyenlerin eğer 4/a SSK ve 4/b Bağ-Kur kapsamında hak sahibi olma durumları varsa başvurularını SGK Merkez Müdürlükleri ve Sosyal Güvenlik İl Müdürlükleri'ne yapmaları ödeneği almanın iki koşulu vardır; birincisi anne veya babadan ölüm-yetim aylığı almak ve ikincisi ise bu aylığı alırken evlenmiş konuda sıkça sorulan sorulardan biri de dul kimselerin evlenme yardımından yararlanma durumudur. İkinci evliliğini yapacak olan kişilerin bu yardımı alması söz konusu yardımı almak için belirtilen herhangi bir yaş sınırı yoktur. Bazı yayın organlarında yer alan 25 yaş sınırı uygulaması gerçeği yansıtmamaktadır. Evlenme aylığı alabilmekteki temel esas ilk defa evlenmiş PARASI BAŞVURUSU NASIL YAPILIR?Evlenme yardımı almak isteyen kişilerin mutlak surette başvuruda bulunmaları gerekmektedir. Evlendiği tarihten itibaren 5 yıl içerisinde bu ödeneğe başvurmayanlar, haklarını kesin olarak parası için başvuruda bulunacakların, SGK İl Müdürlüğü veya Sosyal Güvenlik Merkez Müdürlüklerine müracaat etmeleri hak sahiplerinden çeyiz parası başvuru dilekçesi Evlenme Ödeneği Talep Dilekçesi istenir. şayet yapılan evlilik henüz nüfus kütüğüne işlenmediyse, başvuruda evlilik cüzdanı da istenir. Evlilik nüfus kütüğüne işlendiyse evlilik cüzdanına gerek yoktur, başvuruda talep dilekçesi yeterli olur. AYTÜL FIRAT 90’ların ortalarıydı. Bir akşam mesai bitimi, stajyer olarak çalıştığım şirketin servis aracında yerimi almış, İkitelli’den Kadıköy’e kadar sürecek yolculuğumuzun başlamasını bekliyordum. İşleri bitmediği için ofislerinden ayrılamayan ihracat sorumlusu birkaç üst düzey’ personel, servisi bekletmekteydi. Kalkış saati geciktikçe dakikalar sayılmaya, ufak tefek mırıldanmalar duyulmaya başlamıştı servisin içinde. Bu hiç şaşırtıcı değildi; zira İstanbul’da iş çıkışı eve varma endişesi, çoktan önemli bir dert haline gelmişti 90’ların ortalarında. Nihayet geldiklerinde, araç içinde beklemekten sıkılan mesai arkadaşlarının serzenişlerini, gecikmenin mahcubiyetiyle değil, aksine sert bir çıkışla karşılamışlardı “Ne var canım söylenip duruyorsunuz! Sizin bu ayki maaşlarınızı, ekmek paranızı’ kazanıyoruz biz!” Bu çıkışın beni tam olarak niçin kızdırdığını anlamak ve açıklamak için henüz çok gençtim. Sadece kaşlarım çatık, kendi kendime sorular sormam mümkündü Ben ekmek paramı, ihracat departmanının bu havalı’ elemanlarına niye borçlu olacaktım? Birilerinin bir işletmeye gelir yaratan pozisyonda çalışması, beni onlara niye minnettar kılsındı? Kazancım benim emeğimin karşılığıydı; detaylıca açıklayamazdım belki, ama bundan çok emindim. O zamanlar henüz, kazancımın aslında emeğimin karşılığının da altında olduğunu, hatta bunun, o patronvari üslubu benimseyen arkadaşlar da dâhil, her ücretli çalışan için geçerli olduğunu bilmiyordum. Ayrıca sonradan ilgimi çokça çekecek farklı nitelikte emek tipleri ve artı-değer üretimi arasındaki bağlantılar hakkında da pek bir fikrim yoktu. O yıllarda bilmediklerim sadece bunlar değildi. Türkiye’de 1990’ların faili meçhul cinayetler, suikastlar, toplu infazlarla anılacağını, içine pek çok acının sığdığı yıllar olacağını bilmiyordum mesela; üstelik bunları bilmeyen bir tek ben de değildim. 1993’te Sivas’ta Madımak Otel’in ateşe verileceğini, 33 aydının diri diri yakılarak katledileceğini, o fitili ateşleyen karanlık güçler’ dışında hiçbirimiz bilemezdik. Seneler sonra 2012’de dönemin başbakanı R. T. Erdoğan’ın Madımak davasının zamanaşımına uğramasını, “Ülkemiz ve milletimiz için hayırlı olsun” diyerek karşılayacağını da önceden bilmek mümkün olamazdı. Zira 90’lı yıllarda İstanbul belediye başkanlığı yapan Erdoğan’ın, 2000’li yıllarda birkaç kez başbakan, ardından da 12. cumhurbaşkanı olacağını nasıl tahmin edebilirdik? 1993’te Uğur Mumcu’nun vahşice katledilmesinden tam 14 sene sonra, karanlık insanlar yeniden harekete geçecek, yine bir ocak sabahında Hrant Dink’i aramızdan alacaklardı. Memleketteki aydın kıyımının bitmek bilmeyeceğini, yaşatılan acıların sorumlularının tıpkı 90’larda olduğu gibi 2000’li yıllarda da bir türlü bulunamayacağını bilmiyorduk. Öğretmen Metin Lokumcu’nun ölümüne sebep olmanın kimselere rahatsızlık vermeyişini görüp de böyle şeylere hala şaşırabildiğimiz 2011 günlerinde, ne Gezi Ayaklanması’nın yavaş yavaş yaklaştığını, ne de ayrıştırıcı, düşmanlaştırıcı bir siyasal anlayışın bu ayaklanmadan meşruiyet kazanarak çıkabileceğini tahmin edebilirdik. Ölen çocukların annelerinin, alanlara doluşmuş yığınlara, başka anne-babalara yuhalatılacağı insafsız zamanların gelmesine daha çok vardı. Söyleseler, 2015-2016 yıllarında IŞİD adındaki vahşet örgütünün Ortadoğu ve Türkiye’de binlerce kişiyi katlettiği bir dönemde, mevcut iktidar partisinin yeniden iktidar oluşunu kutlayan bir güruhun İstanbul Kadıköy’de, “IŞİD’e kalkan eller kırılsın!” sloganını polis nezaretinde atabildiği koşulların oluşacağına inanmazdık. Henüz bilmiyorduk ama, aynı örgütün 2016 yılının ilk günlerinde Sultanahmet’te 10 kişiyi katlettiği bir kara 12 Ocak’ta, Cumhurbaşkanı’nın bu vahşi terör eylemini kınamak için sadece 44 saniye ayırması bir yana, devletin Güneydoğu’da izlediği politikanın bölgede ve ülkede yarattığı tahribatı eleştiren bir bildiriyi imzalayarak barış çağrısı yapan akademisyenleri teröre destek vermek’le yaftalamasını dakikalarca izleyip, dinleyecektik. Cumhurbaşkanı’nın da ifade özgürlüğü vardı elbette; kendileri sınırsız şekilde dilediği her şeyi yapmakta ve her sözü söylemekte özgürdü. Hatta bu öylesine şahane bir özgürlüktü ki, tek bir sözüyle yargı, kolluk kuvvetleri de dâhil olmak üzere devletin bütün güçleri harekete geçiyordu. Tek bir ifade üzerine yüzlerce insanın can güvenliği ortadan kalkıyor, bu insanlar birkaç saat içinde örneğin Sedat Peker gibilerinin, palalı güruhların hedefi haline gelebiliyorlardı. Her türden muhalif tutumu sindirmeye, ezmeye yönelik mekanizmaları harekete geçirebilecek nitelikte bir özgürlüktü bu. Cumhurbaşkanı kendisini böyle özgürce ifade ederken, özellikle bir noktaya dikkat çekmek istiyordu “Bu devletin ekmeğini yiyip de bu ülkeye ihanet eden herkes en kısa sürede hak ettiği cezaya çarptırılmalıdır.” Böylelikle şu ekmek parası’ meselesi de hızlıca gündeme dâhil olmuştu. İşte bu ifadeler, ilk kez çalışmaya başladığım 90’ları, sonradan da karşıma defalarca çıkmış ekmek parası lütfettiğini sanan ve parasını minnetle alan insanların acınası durumlarını hatırlatmıştı bana. Ekmek parasıyla ilgili ifadeler tıpkı diğerleri gibi rastgele söylenmiş olamazdı; kaldı ki bir öfke patlamasına indirgenemeyecek mesajlar içeriyordu. Bir hafta kadar sonra Cumhurbaşkanı 19. Muhtarlar Toplantısı’nda suçlamalarını yineledi “Hem bu milletin birliğini, beraberliğini bozmaya çalışacaksınız hem de hiçbir bedel ödemeden elinizi kolunuzu sallaya sallaya devletten aldığınız maaşla hayatınızı sürdüreceksiniz. Hiçbir şeye değilse bile yediğiniz ekmeğe saygınız olsun.” Oysa Cumhurbaşkanı ve bu görüşü paylaşanlar iki noktayı atlamaktaydı. Birincisi bildiriyi imzalayan akademisyenlerin ekmeğe büyük saygı duydukları açıktı; zira kazandıkları ekmek onların gerçek alın terinin, yani evrensel değerlere, bilimsel bilgiye katkı yapma, bu değerleri öğrencilerine sabırla öğretme emeğinin karşılığıydı. Ne’ bundan daha saygıdeğer olabilirdi? Ekmeğe saygı duymak, haysiyetsizce birilerine kul köle olmak, el pençe divan durup, avuç açmak olamazdı şüphesiz; o halde saygı duymadıklarını ileri sürmenin başka bir sebebi olmalıydı. İkincisi, bir metne atıfta bulunarak birilerinin milletin birlik ve beraberliğini bozmaya çalıştığını söylemek, mesnetsiz bir iddiadan ziyade, iftira niteliği taşıyordu. Bildirinin, yaşanan sivil ölümleri durdurma zorunluluğu ve Kürt sorununun barışçıl yollardan çözümünü gündeme taşıma çabasını görmezden gelmenin dışında, burada asıl tuhaf olan, yazılı bir metne milletin birliğini beraberliğini bozma kapasitesi taşıyabilirmiş gibi yaklaşmak idi ki, açıkçası mantıksal açıdan değerlendirildiğinde son derece gülünç kaçıyordu. Yine de muhtarlar bu görüşlere hak vermişlerdi elbette; zira vatan haini olarak yaftalanmış hocaların cezasını kesme kudretini Cumhurbaşkanı ile paylaşmak, her muhtara nasip olmayacak bir şerefti. İfadeler arasında özellikle “..elinizi kolunuzu sallaya sallaya, devletten aldığınız maaşla…” kısmını duyduğunda insana sıkıntı veren şey, hangi makamda olursa olsun bir kamu görevlisinin, bir KOBİ patronu gibi konuşması, birilerini işten atmakla tehdit etmesi değildi kesinlikle; bu sıkıntının çok daha önemli sebepleri vardı. Cumhurbaşkanı, kamu görevi, kendisine seçimle teslim edilmiş, siyasal süreçlerde üzerine vazife olan iş ve sorumlulukları tam da bunun bilincinde olarak yerine getirmesi gereken biri gibi değil de, ekmek veren’ hatta nimet bahşeden’ büyük bir gücü temsil ediyormuş gibi ifadeler kullanmaktaydı. Adeta kamusal mülkün malik’iymiş gibi, kudretiyle bu kadar çok sayıda insanı ekmekten men ederek, hatta daha da fazlasını yaparak cezalandıracağını ima etmekteydi. Oysa karşılarında kul’laştırılmış geniş yığınlar ya da kendi deyimiyle mankurtlar gibi itaatkârlaşmış akademisyenler, bürokratlar yoktu. Aslında insanları kendi bireysel himayesi altındaki kullar olarak görmek değil sadece, bu insanları ekmek parasından men ederek cezalandırılabilecek tıynette insanlar olarak tasavvur etmek de bir çeşit gafletti. Çünkü onların karşılarında politik süreçlere dâhil olma sorumluluğu gösteren, alınan kararlar ve bunların sonuçlarını sorgulayan, tespit ve düşüncelerini de kamusal düzlemde cesurca ortaya koyabilecek nitelikte insanlar bulunmaktaydı. Bu aşamada kamu iradesinin üst makamlarına şöyle bir soru yöneltmek anlamlı olurdu Milyonlarca kişinin kaderini belirleyecek bir hükümet etme gücüne demokratik’ yollarla ulaştınız diye, bu toplumda yaşayan özellikle devlet kurumlarında çalışanların insanlığına ve bireysel iradesine’ sahip olabileceğinizi veya onların vicdanlarına el koyabileceğinizi mi düşünüyorsunuz? Bu soruyu dürüstçe cevaplayabilecek konumu alsalar, akademide başlatılan cadı avının zaten hiç yaşanmayacağını, hatta bildirinin yazılmasına sebep olan toplumsal koşulların bu şekilde oluşmayacağını tahmin etmek zor değil. Üstelik bizler devlet düzleminde ve egemenlerin evreninde böyle naif sorulara karşılık aranamayacak olduğunu çoktan öğrenmiş durumdayız. Diğer taraftan bu durum, sıradan vatandaştan, küçük esnafa, sanayiciden, kamu görevlisine, emeklisinden, işçisine bu ülke insanının, ne yazık ki para’ ya da çıkar’ için çok şey yapabilecek insanlar haline gelmesiyle de ilgili boyutlar taşımakta. Geçirdiğimiz seneler bizi sadece Savaşı yıllarının Almanya’sını, Franco İspanya’sını düşünmeye itmekle, otoriter rejim, faşizm tartışmalarına çekmekle kalmadı maalesef. 2000’li yıllarda, artık kapitalizmi epey gelişmiş Türkiye’de, insanın/toplumun erdemli ve onurlu olmaya dair evrensel ilkelerden uzaklaştığı, çokça sıradan insanın, her türden suçun gönüllü ortağı olmayı benimsediği bir toplumsal yapı ile yüzleşmek durumunda bıraktı. Tam da bu koşullar altında bir siyasal anlayışın bekası için her yol mübah’ı kabullenmiş milyonlar varken, gidişata dur demek isteyen onurlu insanların varlığı, uyumlu ve manipüle edilebilir bu kitlenin bir limiti olduğunu göstermesi bakımından da muktedirler için pekâlâ can sıkıcı olabilirdi. Toplumdaki gizli zafiyetleri açığa çıkarma ve harekete geçirme konusundaki doğal/varoluşsal ustalığı şüphe götürmez insanlar siyaset sahnesindeyken, özellikle değerlerini yitirmiş insanlar dünyasında hazır bekleyen aydın düşmanlığı’nın uyandığını görmek pek de şaşırtıcı olmamıştı. Dolayısıyla, “Çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin kimliğini taşıyan ülke ortalamasının oldukça üstünde bir refah düzeyini yaşayan sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız” cümlesini, tekabül ettiği bu gerçekliği dikkate alarak anlamlandırmak da son derece mümkün. Açıkçası, akademisyenlerin ürettikleri değerlerle hem toplumsal saygınlık elde eden kişiler oldukları, hem de bu özellikleri sayesinde çıkar/nemalanma ilişkilerine girmeden, sadece kendi emekleriyle yaşamlarını idame ettirebilme niteliklerini fazlasıyla haiz oldukları ortada. İşte bizimkisi gibi milyonlarca yoksulu barındıran bir toplumda, geçim ve iş olanağından nasiplenmekte zorlanmış kitlelerin öfkesini, bu adaletsizliğin asla aktörü olamayacak okumuş’ kesimlere yöneltmenin zor olamadığını, belki de bizzat bu duyguyu ve çaresizliği yaşamış insanlar en iyi bilmekteler. Dolayısıyla ülke ortalamasının üzerinde’ ifadesinin dikkate değer bir toplumsal karşılığı var. Üstelik bu karşılık bir taşla iki kuşu vuracak şekilde karşımıza çıkıyor. Bu ifadeler sadece alt sınıfların/yoksulların değil, 2000’li yıllarda zenginleşen, bilemediğimiz ilişki ağları aracılığıyla palazlanmış, her nasılsa kamu ihalelerini vs. alarak büyümüş sermaye gruplarının ortakları ya da nemalanmış çalışanlarının, yani aslında hiç de yoksul olmayan kesimlerin öfkesini de hareket geçirme potansiyelini taşımakta. Zira bunların çok büyük bir kısmı, tıpkı üst düzey kamu görevlileri gibi, bu ilişki ağları sayesinde gemilerini yüzdürmüş’, ortalamanın hem de hayli’ üzerine çıkabilmiş, fakat ne acı ki bunu sadece bu yollarla gerçekleştirebilmiş bir güruh. Nihayetinde bugün bu memlekette bileğinizin gücüyle, hakkınızla değil, ancak başka yollarla, hiçbir şey iken, büyük insanlar olabilirsiniz; çok zengin olabilir, piyasanın küçük, uyanık, egemenlere dalkavuk tüccarları ya da siyasetçileri haline gelebilirsiniz. Çok zengin olamasanız bile en azından kapıkulu bürokratlar olabilirsiniz. Bunları olabilirsiniz ancak üreterek, yazarak, okuyarak, ürettiklerini paylaşarak yaşayan, büyük kazançlar peşinde koşmayıp, yaşama dair başka dertler edindikleri meslek tercihlerinden açıkça anlaşılan bu insanların, kısacası kendinize benzettikleriniz dışında kalan gerçek akademik insanların düşünce düzlemine erişemezsiniz. Birilerinin gerçekten de ekmek verme ve ekmekten mahrum bırakma kudretine sahip olabileceğine inansanız bile, sizlerin değil ama kamu’nun, ne kadar pay ayırırsa ayırsın, yaşama katkısı ölçülemeyecek kadar çok boyutlu bir mesleği icra eden bu insanların, emekleri karşılığı ödenemeyecek değerler’ olduğu gerçeği değişmeyecek. Gün gelecek birileri mutlaka bu yaşananları anlamak isteyecek. 2000’li yılların Türkiye’sini, bu dönemde yaşananları anlamak isteyenler önce, insanların tam anlamıyla katledildiği’ durumlarda dahi, faillerin ve ölenlerin kim olduklarının, bu ülkede pek çok şeyi değiştirdiği gerçeği ile karşı karşıya kalacak. Ülkenin bir bölgesinde yaşananları, ölümleri, acıları, zorunlu göçleri, yitip giden yaşamları ve bu bildirinin aslında neden imzalandığını adilce değerlendirecek. Ardından bağımsız olduğu iddia edilen YÖK’ü ve rektörleri, hukuksuzluğa bulaşan kurumları, havuz medyasının süreçteki işlevini, yani tek tek bu aktörleri görecek. Üstelik yaşananların 90’larda olduğu gibi sadece devlet aklına dayalı, pragmatik süreç yönetiminden ve manipülasyonundan ibaret olmadığını, bu dönemin asıl alameti farikasının, farklı nitelikteki kurum ve yapılar, sermaye grupları arasındaki tuhaf çıkar birliği ile nüfusun çoğunluğunu oluşturacak miktarda ortalama vatandaşın her türlü çirkinliği içerebilen amorf değer dünyası arasında, tuhaf bir uyumun gerçekleşmiş olduğu ve bu uyumun eşi benzeri zor bulunacak nitelikte bir zulüm ürettiği gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kalacak. Bugünün egemenlerine, muktedirlerine bu yazı aracılığıyla bir küçük mesaj Toplumu ne kadar yozlaştırmış olursanız olun, bazı insanların iradesini asla satın alamazsınız. Üstelik dik durup eğilmemek’ muktedirler için değil, asıl muktedirler karşısında dik duran o akademisyenler gibi iradesi ve vicdanını satmayanlar için söylendiğinde gerçekten anlam kazanır.

yuz karasi degil ekmek parasi